Garajdaki Giz - David Almond

GARAJDAKİ GİZ

DAVİD ALMOND

1951’de İngiltere’de doğan Almond, yetişkinler için yazdığı kitapların ardından, Garajdaki Giz (Skellig, 1998) adlı çocuk romanıyla ödüller aldı. Sinemaya ve operaya uyarlanan bu kitabını, yine üst üste ödül kazanan ve çocuk edebiyatı sınırlarını aşan bir başyapıt olarak ünlenen Dünya Büyülü Bir Yer (Kit’sWilderness, 1999) izledi. Hemen her kitabında İngiltere kırsalını konu alan Almond’ın Alevler Arasında (The Fire-Eaters, 2003) adlı romanı da, savaş karşıtı söylemiyle dikkati çekti, ödüller aldı. My DAP’sa a Birdman (Babam Bir Kuşadam, 2008), Slog’s Dad (Slog’un Babası, 2010) ve Ay’a Tırmanan Çocuk (The Boy Who Climbed into the Moon, 2010) ile resimli çocuk kitaplarına yönelen Almond’ın Türkçe’ye çevrilen son çocuk romanı Piranalarla Yüzen Çocuk (2013). 2010’da, dünya çocuk edebiyatının en önemli ödülü Hans Christian Andersen Ödülü’nü kazanan yazarın son kitaplarından biri otobiyografik izler taşıyan Half a Creature from the Sea (Denizden Gelen Kız, 2014) adlı öykü kitabı; öbürü, A Song for Ella (Ella İçin Bir Şarkı, 2014) adlı romanı. Almond, çocukluğunun geçtiği kasabanın yakınındaki Newcastle-upon-Tyne’da yaşıyor.


GARAJDAKİ GİZ


Onu, bir pazar öğle sonrasında garajda buldum. Falconer Sokağı’na taşındığımızın ertesi günüydü. Kış sona eriyordu. Annem tam bahar başlarken taşınmış olacağımızı söylemişti. Garajda benden başka hiç kimse yoktu. Bir tek ben. Onlar evde Doktor Ecel’le birlikte, bebek için tasalanmakla meşguldüler.


Karanlığın içinde, çay kutularının arkasında, toz toprak içinde yatıyordu. Sanki ezelden beridir oradaymış gibiydi. O kadar pis, beti benzi atmış ve bir deri bir kemik kalmıştı ki, onu ölü sandım. Bundan daha büyük bir yanılgı olamazmış. Bir süre sonra onunla ilgili gerçeği öğrenecektim –dünyada ona benzer başka hiçbir yaratık olmadığı gerçeğini.

Oraya garaj diyorduk, çünkü emlakçı Bay Stone öyle demişti. Daha çok istimlak edilecek bir yere, bir çöplüğe ya da rıhtımda yıkıp durdukları eski depolardan birine benziyordu. Stone bizi bahçeden aşağı götürüp, kapıyı itti ve küçük el fenerini karanlığın içine tuttu. Onunla birlikte başımızı uzatıp, kapıdan içeri baktık.

Kahvaltıda garaja ne olacağını sordum onlara.
            “Orayı temizlemeye ne zaman gelecekler?” dedim.
            Annem cık cık yapıp içini çekerek tavana baktı.
            “Birini getirtebildiğimiz zaman,” dedi babam.
            “Önemli değil, oğlum. Şimdi değil.”
            “İyi,” dedim.
 
            “Okula gideceğim,” dedim.
            Öğle yemeği paketimi çantama tıkıp dışarı yollandım.
Taşınmadan önce bana okul değiştirmek isteyip istemediğimi de sormuşlar, ama ben istememiştim. Geveze ve Avan AK’la birlikte Kenny Caddesi Ortaokulu’nda kalacaktım. Kentin öbür tarafına otobüsle gidecek olmaya razıydım. O sabah, bunun bana olan biten üzerine düşünme olanağı verdiğini söyledim kendi kendime. Düşünmeye çalıştım, ama düşünemiyordum.

Ayağa kalkıp, “Garajımızda bir adam var, kız kardeşim hasta ve bugün yeni evimizden eski okuluma gittiğim ilk gün,” demek istiyordum. Ama yapmadım. Çevremdeki suratlara bakmayı ve otobüs virajları döndükçe öne arkaya sallanmayı sürdürdüm. Bana bakacak olan birinin de hakkımda hiçbir fikri olmayacağını biliyordum.

O gece uyanık kalmaya çalıştım; ama olanaksızdı. Anında rüya görmeye başladım. Bebeğin Mina’nın bahçesindeki karatavuk yuvasında olduğunu gördüm. Karatavuk onu sineklerle, örümceklerle besledikçe güçlendi ve sonunda ağaçtan uçup çatıların üstünden geçip, garajın tepesine kondu. Mina arka duvara oturup, onun resmini yapmaya başladı. Ben yaklaşınca, Mina, “Yaklaşma. Sen tehlikelisin!” diye fısıldadı.
            Derken bebek yandaki odada ağlamaya başladı ve uyandım.

Çay kutularının arasından sürünerek arkaya geçip, onun yanına çömeldim. Tepsiyi kaldırıp, feneri yemeğe tuttum. Parmağını içine daldırdı, yaladı ve inledi. Parmağını bir daha daldırıp, uzun, yapışkan bir soya filizi ve sos demeti yakaladı. Dilini çıkarıp yalamaya başladı. Domuz eti ve mantar parçalarını höpürdete höpürdete midesine indirdi, Çin böreklerini ağzına tıktı. Kırmızı sos dudaklarından aşağı akıyor, çenesinden siyah ceketine damlıyordu.
            “Ooooh!” dedi. “Ooooooh!
            Ya büyük zevk alıyor ya acı çekiyor ya da her ikisini bir arada yaşıyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Tepsiyi çenesine yaklaştırdım. Parmağını daldırdı, yaladı ve inledi.
            Parmakları eğri büğrü ve güdük, boğumları şişikti.
            “Aspirini içine at,” dedi.
            Sosa iki aspirin attım; o da onları alıp yuttu.
            Üst üste geğirdi. Eli yine yanına düştü. Başı arkaya kayıp, duvara yaslandı.
            “Tanrıların gıdası,” diye fısıldadı. “27 ve 53.”
            Tepsiyi yere yanına koyup, feneri onun üstüne tuttum. Solgun yüzü kırış kırış ve çatlaktı. Çenesinde birkaç renksiz kıl vardı. Dudaklarının altındaki kırmızı sos pıhtılaşmış kan gibi duruyordu. Yeniden gözlerini açtığında, aklarının karanlık bir ağı andıran küçük, kırmızı damarlarla kaplı olduğunu gördüm. Toz, eski kumaş ve kurumuş ter kokuyordu.

Eve geldiğimde Doktor Ecel oradaydı. Annem ve babamla birlikte mutfaktaydı. Kucağındaki bebeğin zıbınını bağlıyordu. İçeri girdiğimde bana göz kırptı. Babam böğrüme dirsek attı. Annemin yüzünün ne kadar ifadesiz olduğunu fark ettim.
            “Bu kör olası ev yüzünden!” dedi annem, Doktor Ecel gidince. “Her yer bu kadar pis ve dağınıkken, bebek gücünü nasıl toparlayabilir ki?”

Öğleyin Mina’ların ön bahçesine gittim. Mina ağacın altında, çimenlerin üstüne bir yaygı sermiş, oturuyordu. Yanında kitapları, kalemler, ve boyaları vardı. O gün okula gitmemiştim gene. Bütün sabah boyunca otları temizlemiştim. Babam da ön odanın duvarlarını, duvar kağıdı yapıştırabilmek için zımparalayıp macunlamıştı.
            “Esrarengiz adam,” dedi Mina. Tekrar merhaba.”
            Önünde, açık duran kitapta bir kuş iskeleti resmi vardı. Bunu defterine kopyalıyordu.
            “Fen mi çalışıyorsun?” dedim.
            Güldü.
            “İşte, okul seni nasıl şartlıyor, gördün mü?” dedi. “Çiziyorum, resim yapıyorum, okuyorum, bakıyorum. Güneş ve havayı tenimde hissediyorum. Karatavuğun şarkısını dinliyorum. Zihnimi açıyorum. Hah! Okulmuş!”
            Yaygısının üstünden bir şiir kitabı alıp açtı.
            “Dinle bak,” dedi.
            Dik oturup boğazını temizledi, okumaya başladı.
                       “Okula gitmek bir yaz sabahında,
                       Vah! Tüm neşeyi yok eder;
                       Yılıp zalim bakışlar altında,
                       Küçükler günlerini tüketir,
                       Sıkıntı ve üzüntüyle iç geçirir.”
            Kitabı kapadı.




Michael adlı bir çocuk ile arkadaşı Mina’nın, Michael’ın yeni taşıntıları evin harap garajında bulduğu bitkin ve tuhaf bir adam olan Skellig’le olan ilişkileri anlatılıyor. Michael, ailesi ile birlikte kentin öteki yakasında bakımsız bir eve taşınmıştır. Michael’ın kız kardeşi bu evde doğar ve çok hastadır. Komşu evde oturan Mina, okula gitmeyen, evde annesi tarafından eğitilen bir kız çocuğudur. Mina, yeni bir çevreye uyum sağlamaya çalışan ve kardeşinin ölebileceği kaygısı ile kötü günler yaşayan Michael’la arkadaş olarak ona destek olur. Mina gerçekten de çok etkileyici ve farklı bir kızdır. Michael, evin garajında, bir süre sonra kanatları olduğunu fark ettiği, tuhaf ve hasta bir adam olan Selli’yi bulmuştur. Bu gerçeği arkadaşı Mina ile paylaşır. Michael ve Mina, Skellig’e iyileşmesi için yardım eder ve onun gizemli güçleri olduğuna inanırlar. Çocukların yardımı ile gücüne kavuşan Skellig Michael’ın kız kardeşini hastanede ziyaret eder. Romanın sonunda ise Skellig uzaklara uçar, Michael’ın kız kardeşi iyileşerek eve döner. Farklı olanı kabullenme, hastalık ve ölüm endişesi, taşınma gibi zor konuları iki çocuğun arkadaşlık öyküsü ile büyülü bir şekilde yazılmış bol ödüllü güzel bir roman. Hepinizin okumasını öneririm.

Comments

Popular posts from this blog

Çöp Plaza